(2006’da psikoloji profesörü Daniel Kahneman Ekonomi Nobel’ini aldığında yazdığım eski bir yazı; Yavaş ve Hızlı Düşünmek kitabı ile daha sonraki yıllarda genel okur kitlesine ulaşan Kahneman son ana kadar üretken geçen doksan yıllık bir yaşamın sonunda geçtiğimiz hafta aramızdan ayrıldı. Bu yazıyı anısına tekrar ilginize sunuyorum)
Nobel ödülünü alanlar, bakın nelerle uğraşıyor, zamanlarını neyle dolduruyorlar?
“Yüzde 80 olasılıkla 4,000 dolar kazanabileceğiniz bir bahisi mi tercih edersiniz; yoksa kurasız çekilişsiz 3,000 doları alır gider misiniz? “İnsanlar” yüzde 80 garantili parayı alıp gidiyor!
Peki, yüzde 20 olasılıkla 4,000 dolar kazanabileceğiniz, veya % 25 olasılıkla 3,000 dolar kazanabileceğiniz iki bahisten hangisini oynamayı tercih ederdiniz, dense “insanlar” n’aparlar? Olasılıklar birbirine yaklaşınca, ya da bir taraftaki kesinlik ortadan kalkınca, risk almaya başlarlar: Yüzde 65, 4,000 dolarlık bahse girmeyi tercih ediyor.”
“İnsanlar karışık, riskli durumlarda,karar verirken, tercih yaparken pek öyle her zaman mantıklı ve akılcı davranmazlar.” Peki, nasıl karar verirler? Bu (belki de bize pek âşikâr gelen) gözlemi yapıp, ve ardından gelen sorunun cevabının peşine düşen iki deneysel psikolog, Amos Tversky ve Daniel Kahneman, riskli ve belirsiz koşullarda karar ve tercih süreçlerini deney ortamına taşımak için “kumar” ve “bahis”i seçtiler. 1970’li yıllarda, hemen her öğleden sonra Kudüs’ün kafelerinde buluşup, saatlerce konuşan iki kafadar, yeni bahisler türetip, bu bahislerde kim nereye oynardı sorusunun cevabını da kendileri vererek binlerce karar örneği geliştirdiler.
Mantıklı ve hesapişi ekonomi dünyasına, psikolojinin, zihinsel mekanizmaların, bahislerin, insan aklının oynaklığının, belirsizlik ve rasgeleliğin girişinden sorumlu tutulan Kahneman 10 Aralık 2002’de Stockholm’de Ekonomi Nobelini teslim aldı. Tversky, 1996’da ölmeseydi; yanında olacaktı belki de.
Tamam mı, Devam mı? Yarışmalardaki “tamam mı devam mı” kararlarına benzeyen bir durum, ikilinin teorilerini kurarken geliştirdikleri deneylerde kullandıkları bahislerine bir örnek:
Yüzde 80 olasılıkla 4,000 dolar kazanabileceğiniz bir bahisi mi tercih edersiniz; yoksa kurasız çekilişsiz 3,000 doları alır gider misiniz? “insanlar” yüzde 80 garantili parayı alıp gidiyor!
Peki, yüzde 20 olasılıkla 4,000 dolar kazanabileceğiniz, veya % 25 olasılıkla 3,000 dolar kazanabileceğiniz iki bahisten hangisini oynamayı tercih ederdiniz, dense “insanlar” n’aparlar? Olasılıklar birbirine yaklaşınca, ya da bir taraftaki kesinlik ortadan kalkınca, risk almaya başlarlar: Yüzde 65, 4,000 dolarlık bahse girmeyi tercih ediyor.
Tercih, garantili kazançla garantisiz daha fazla kazanç arasında olduğunda, tercih açık farkla sağlam kazanç yönünde. Kahneman ve Tversky bunu riskten kaçınma olarak tanımlamaktalar. Kaybetme her durumda olası olunca, iki kayıp olasılığından birisini seçme durumunda ise, risk alıcı davranış artıyor; kazanma olasılığı düşük ama meblağı büyük olana meylediveriyor “insanlar”.
Bahisler karar araştırmalarının meyve sineğidir. Nedir bu bahis, kumar merakı diyenlere Kahneman’ın cevabı basit: Genetikte drosophila (meyve sineği) neyse, Karar teorisini oluştururken de bahisler bizim için öyle oldu. Drosophila’ları lise biyoloji derslerini hakkıyla okumuş olanlar hatırlar; göz renginin (ve her türlü mendeliyen kalıtımın) temel ilkelerinin çözülmesinde kullanılan hayvan modeli. Tversky ve Kahneman bu eğlenceli ortaklığa girdiklerinde, birisi (DK) Princeton’da, öteki (AT) Stanford’da sona eren ilginç bir akademik hayatın henüz başlarındaydılar. Kahneman, bir deneysel psikolog olarak Nobel Ekonomi ödülüne layık görülmesini anlamaya çalışırken, ekonomi dergilerinde yayın yapmış olmalarının belirleyici olduğunu belirtiyor. Karar alma alanındaki çalışmalarını önceleri klasik bilimsel dergilerde yayımlarken, 1979’da Econometrica’da önemli bir makale yayımladılar. Psikoloji ve ilgili disiplinlerdekiler için sıradan olabilecek bir çok görüş, ekonomi alanında beklediklerinin üzerinde etki yarattı.
Ekonomi başta hesapta yoktu. Bahis problemleriyle başlayan araştırma çizgileri, karar verme ve durumu değerlendirme deneyleriyle genişledi. Davranışın deneysel yöntemlerle araştırılması sonucu elde edilen bilgilerin çizdiği pek de “mâkul” davranmayan karar alıcı insan modeli, ekonomi alanında genel kabul görmüş, rasyonel ve mantıklı davranan, kendi çıkarlarını gören ve kollayan insan modelini sarstı. “Bize öyle geldiği için öyle” kabul ettiğimiz bir çok şeyin “öyle” olmadığını ekonomi alanına kabul ettiren Kahneman ve Tversky, ilgilerini ekonomi alanıyla sınırlamamışlardı. Her ikisinin de 1980lerin sonundan başlayarak kendi başlarına ama birbirlerinden tümüyle kopmaksızın sürdürdükleri araştırmalar, siyaset, tıp, gündelik hayat ve mutluluk gibi birbirinden uzak gözüken, ama karar mekanizmalarının iyi-kötü aynı ilkelere sadakatle işlediği alanlara yayıldılar.
Tversky’nin 1996’daki vakitsiz ölümünden birkaç ay önce, beraberce yayına hazırlamaya koyuldukları ve Kahneman’ın 2000’de tamamladığı “Choices, Values and Frames” (Tercihler, Değerler ve Çerçeveler” diye geçici bir Türkçe başlık koyacağım) kitabının önsözünde Kahneman, çalışmalarını dört başlıkta özetliyor:
Her etken kararları aynı şekilde etkilemez. Birincisi, kararlar diğer etkenlerden her zaman eşit “ağırlık”ta ve doğru orantılı etkilenmiyorlar. Tercihlerimizi yapış sıramız, önceki durumdan sonrakine nasıl geçildiği belirleyici; örneğin, bir bahisteki olasılığın %39’dan % 40’a “1” puanlık artışı, % 0’dan % 1’e olan “1” puan ile eşit değil. Bu arada, bunu daha önce kimse söylememiş mi diye iç geçirenlere, Thaler ya da Allais gibi benim de yeni tanıştığım isimleri söyleyebilirim. Kahneman’ın özelliği, apaçık olan durumları basit deneysel yöntemlerle kanıtlamış olması. Yerin bir çekimi olduğunun hesaplanması nasıl bizim yerçekimi ile ilişkimizi değiştirmediyse, burada da âdeta bir doğa yasasının keşfedilişindeki apaçıklık (eh, tabii ki öyle olacak) ve çarpıcılık (adam nasıl akıl etmiş ya!) zihnimizin işleyişini pek değiştirmiyor; sadece farkediyoruz.
Satmıyorum işte ! Riskten kaçınma olarak tanımlanan ikinci kuramsal sonuç, kazanç olası olduğunda riskten kaçanların, kayıp olası olduğunda riske koştuğunun kanıtlanması. (Yazının girişindeki bahis örneğini bu kuramsal sonuçla ilişkili olarak tekrar okuyabilirsiniz.) Kahneman’ın “kaçan kuş büyük olur” (ya da “eldeki bir kuş daha bir kuştur daldaki iki baykuştan”/Brecht-Can Yücel) gibisinden tercüme edilebilecek bu etkiye bir örneği Richard Thaler’dan aktarma: Bir şarapçı dükkanına gittiniz. Dükkan sahibi, yıllanmış bir şaraba 200 dolar verdiğiniz halde, şarabı size satmıyor. Ama siz ona aynı şarabı götürüp satmaya kalksanız, 100 dolar bile vermiyor.
Vermek mi zor, almak mı zor? Temel ekonomik varsayımlara aykırı gözüken aradaki farktan Kahneman’ın çıkardığı sonuç şu: Klasik teori, şaraba sahip olmak ya da olmamak üzerinden kararı açıklardı. Oysa, burada, değişim, faydayı belirliyor: Vermek mi zor, almak mı zor? Bir kere ikisi eşit değil. Vermek, almaktan daha yüklü; çünkü kaybetme riskini getiriyor. Kayıptan (ve riskten) kaçınma, statükoyu muhafaza gibi mekanizmalar kazancı sağlama alma yönünde, satıcının şarabı elinde tutmasını doğuruyor. Bireyin beyninde, vermek ve almak arasındaki ilk çekilmenin izini bebeklikte takıntıların ortaya çıktığı zamanlar sürersek (yok, Kahneman bu şekilde dağıtmıyor meseleyi, ben öyle yapıyorum), hangi şarapçılar ellerindekini satmazı ben size söyleyeyim. Bebekliğinde kabızlık problemi çekip, yemek seçmiş olanlar. Bir başka yazıda, bu spekülasyonun hesabını veririm!
Meseleyi nasıl gördüğüne bakar? Kahneman’ın kitabının girişindeki üçüncü katkı alanında, çerçevenin önemine değiniyor. Soruların içinde sunulduğu ve bizim soruyu/karar nesnesini anlamak amacıyla içine yerleştirdiğimiz çerçeve, meseleyi görüşümüzü olduğu gibi etkileyebilir. Cevapları birbirinin aynısı, ama farklı bir şekilde “dillendirilmiş” iki soruya insanlar, birbirinden bambaşka şekilde yaklaşıyorlarsa, aslında, bunda şaşacak bir şey yok. İnsanlar böyledir, diyor Kahneman. “Dün dündür, bugün bugündür”e varacak kadar “duruma göre” karar veriyorsak, kimin ne karar vereceğini, neyi seçeceğini hiç anlayamayacak mıyız? O kadar da değil belki, ama, insanoğlu kendini pek yormaz, neyi nasıl sunarsan öyle beller, genellikle. “Tutarlılık bekleme ondan...” demeye getiriyor sanki, “işi nihilizme vardırmak istemem ama” dese de.
Kalıplar bazen işe yararsa da, doğru karara katkıları pek yoktur. Karşılaştığımız durumları içine oturttuğumuz (ve öylece bellediğimiz bu) çerçeveler, genellikle, kafamızın içinde yıllar boyunca oluşmuş (veya oluşturulmuş) bazı kalıplardan ibarettir. Bu kalıplar hızlı düşünmemiz gereken durumlarda, otomatik karar vermemizi sağlayarak işimizi kolaylaştırıyor. Ama bazen bu kalıplar, durumu “doğru” görmek zorlaştırdığı ölçüde, “doğru” karar vermek de giderek imkansızlaşır. Bilginin nasıl sunulduğu, çerçevenin nasıl düzenlendiği, aynı verilerin yorumunu farklılaştırabiliyor. Olayların ne tür bir çerçevede ortaya çıktıkları, onları nasıl gördüğümüzü belirlemekte. Yanılmayı, göz göre göre yanlış karar vermeyi bu çerçevenin yanlış değerlendirilmesine bağlayabiliriz.
Açıkçası, herkesin en doğru kararı verebildiği bir durumun ne kadar mümkün ve hayatla bağdaşır olduğu da tartışmalı. Bir çok kişinin karar alırken meseleye yaklaşımında, pek ayağı yere basmayan, aşırı güvenli, içinde olduğu durumun geçmişle bağlantısını fazla tahlil etmeksizin (“geçmişi unutarak”), kararının birkaç sonraki basamaklara etkisini de (akıl etse bile) doğru hesap edemeksizin karar vermektedir. Yanlış kararların doğru sonuçları olması vs gibi olasılıklar ise, bu tartışmanın konusu değil!
Hatırladığımız ağzımızda kalan taddır: Bir durumda, tam o anda nasıl hissettiğimiz ile nasıl hissetmiş olduğumuz (o duruma ilişkin oluşan kararımız) arasında dağlar kadar fark olabiliyor. Kahneman’ın tasarladığı bir çok deneyde, kişilerin bir durum hakkında sonradan verdikleri kararda, o anda bildirdikleri algının doğal sonucu olan kararı vermek bir yana, tam tersi sonuca varabildikleri ortaya konmuş. Tıbbi müdahelelerden bir örnek: 10 dk süren canyakan bir tıbbi müdahele. Bir grubu müdahele bittikten sonra 2 dk süreyle müdahele ortamında (müdahele sürüyormuş gibi, ama can yakıcı bir şey yapmaksızın) tutuyoruz, bir grubu ise biter bitmez odasına götürüp rahat ettiriyoruz. İlk grup 12 dakika süreyle ortamda kalmış oluyor, canı yanmaksızın fazladan bir 2 dakikası var. İki gruptakilerin de ciddi biçimde canı yanıyor. Akşama soruyoruz: Yarın aynı müdahele tekrarlansın mı? Mantıklı cevap daha uzun süre kalanların “aman Allah muhafaza” demesi.. Tam tersi oluyor: İlk gruptakilerin, eklenen iki dakika sebebiyle müdaheleye ilişkin acı anıları hafiflemiş oluyor. Hatırlanan, en yüksek noktadaki his ile (burada “acı”) en sondaki hissin ortalaması (peak-end effect). İlk gruba acı hissinin olmadığı bir “son iki dakika” verildiği için acı hissi ortalaması öbür gruptan daha az, ve müdaheleyi daha olumlu hatırlayarak, kararını müdahele lehinde veriyor. Sürecin nasıl bittiği, sürecin bütünündeki hissi etkiliyor. Mutlu son ya da uğurlama efekti de denebilir. Ağızda kalan lezzet gibi. Bu yazıyı da, tadı kaçmadan burada kesmek gibi.